Batı'nın Doğusu
- Enes
- 31 May 2020
- 2 dakikada okunur
Güncelleme tarihi: 28 Kas 2023
Şarkiyatçılık bir disiplin olarak özellikle 18. yüzyılın başlarında Aydınlanma Düşüncesi bağlamında başladı. Modern olan Batı idi ve geri kalanlar da 'modernleştirilmeliydi'. Aslında bu yeni bir düşünce değil. Felsefe kitaplarını açarsak Aristo'nun gayrı-yunanî olanların cümlesini köle ilan ettiğini görebiliriz. Doğu, Batı'nın kendisini tanımlaması için oluşturmaya çalıştığı bir 'öteki ideali'dir.
Bugün Doğu Medeniyetine dair okuduğumuz birçok muhteva da buradan geliyor: Batı'nın modern projesinin meşrulaştırılma çabası. Karşısına koyduğu Şark'a karşı kendisini tanımlayan Batı, hakikat paradigmasını ellerine aldı. Artık insanlar istediklerine inanıp istediklerini düşünemezlerdi. Modern çağ buna izin vermeyecekti. Batı'nın oluşturduğu bu temeller bir süre sonra kendi Protestanlarını da çıkardı. Bunlara bir örnek verecek olursak; Karl Marx diyebiliriz. Ancak o da Doğu'yu, Batı'yı tanımlama aracı olarak bir 'öteki' modeli olarak gördü. Yani Batı'nın belki de en protest düşünürü dahi bu şarkiyatçı dediğimiz paradigmayı aşamadı veya kendi fikrini oluşturabilmek adına aşmak istemedi. Batı yalnızca Doğu'yu tanımlamakla kalmadı elbette. Onu uygarlaştırmak için her yolu mübah gördü. Bunda biraz modernizmin materyalist altyapısının oluşturduğu sömürge zihniyeti biraz da Hristiyan misyonerlerin ''tebliğde her yol mübahtır'' politikası etkili oldu. Böylece Batı, Doğu'yu 'adam etmek' için gerekli meşru temelleri de sağlamış oldu. Bu meşruiyeti yalnızca kendisi kabul etti. Bu zaten ona yeterdi. Çünkü artık küresel olarak hakim paradigmayı kendi modern düşüncesinde görüyordu. İlerleyen yıllarda sömürgecilik hızlıca artarak günümüze kadar geldi.

İki tür modernleşmeden söz edebiliriz: Modernleşme ve modernleştirme. Batı'nın Doğu toplumlarına yaptığı modernleş-tirmedir. Bu toplumların rızasının bir önemi yoktur Batı için. Yeter ki barbar iç güdülerinden arınarak modern beyaz adam gibi olsunlar. Yukarıda insanların artık istedikleri gibi düşünemeyecekleri ve inanamayacakları bir çağa girildiğini söylemiştik. Bu bağlamda dünya tarihi boyunca gelmiş en katı düşünce konteksti modernizmdir dersek abartmış olur muyuz?
Bu noktada Comte'u ele alalım. ''Üç Hal Yasası'' diye bir teori geliştirmiştir. Bu teoriye göre insanlık tarihi 3 evreden geçer: 1)Dinlerin ve peygamberlerin etkili olduğu teolojik dönem. 2)Teolojik dönem ile pozitivist dönem arasındaki geçişi yumuşatan ve daha soyut düşüncelerin bulunduğu metafizik dönem. 3)Yaklaşık 1830'larda başlayan pozitivist dönem. Bütün toplumlar bu evrelerden farklı şekillerde geçer. Geçemeyen toplumların geçişlerine 'yardım' edilmelidir. Modern Batı, diğer toplumların son evreye geçmesinde onlara yardım etmelidir. Şimdi burada durup şunu düşünelim: Gerçekten Batı'nın dünyanın herhangi bir kesiminin iyiliğini isteyeceğini düşünebilir miyiz? Ben bu soruya hayır derim. Bir diğer can alıcı soru da şudur: Sırf belli bir coğrafyada (Avrupa) ortaya çıkmış bir düşünce paradigması (modernizm) belli süreliğine güç kazandı diye bir anda bütün kurumları sorgulamak ne kadar mantıklıdır?
Bu sorunun cevabı hepimizi çok yormuştur. Kimini tutucu bir muhafazakar yapmıştır kimini de özenti bir modern... Ancak hepimizi yormuştur bu bir gerçek. Din, aile, gelenek, kültür gibi bütün kurumlarımız sorgulanmak zorunda bırakılmıştır. Sorgulamayan insanı hayvan ilan eder modern çağ. Sorgulasa dahi, vazgeçmezse eğer değerlerinden; o zaman modern çağın gözünde bir gericidir. Peki sorgulamayı sorgularsak? Ya kurumların derinlemesine tahrip edilmesi ve bütün kavramlarımızın içinin boşaltılması bizi yok oluşa götürecekse? Ya modern düşünce paradigması insanlığın ruhunun sonunu getirecekse? Tekrar soralım kendimize: Dünya tarihi boyunca benzeri görülmemiş bir dayatmacılık politikası ile ilan edilmeye ve aşılanmaya çalışılan modern paradigma bizleri manadan arındırılmış maddeden öteye geçememiş anlamsız yığınlara çevirip de kendi inşa ettiği paslı metal uygarlığın çemberine hapsediyor olabilir mi?
Comments